Dr. Ramazan Gürsel UÇAR
Nasıl tüm canlılar için güneşten istifade edebileceği bir ortam önemliyse, insanların akledebilmesi için de “özgürlük ortamı” ve kaostan, baskıdan, şiddetten uzak “istikrar”, “barış” ve “özgüven” ortamı kadar önemlidir.
Ağaçlar arasında kalan bir fidan büyüyemez. Fidanın büyüyebilmesi için, güneşle arasındaki engellerden kurtulup, güneşe kavuşması gerekiyor. Fidanın gelişmesi, büyümesi, meyve vermesi için güneş ne kadar önemli ise; insanın hem fikrî hem de maddî üretimlerde bulunabilmesi için de özgürlük, güven ve barış o kadar önemlidir. Eğer “akleden bir birey, akleden bir toplum ve akleden bir devlet” olmak istiyorsak; birey, toplum ve devlet olarak, akletmenin “ortam şartı” gereği, engelleyicilerden kurtulmalı, destekleyicileri ise hızla ve acilen uygulamaya koymalıyız.
Akletme için aileden topluma, mahalleden devlete kadar; lüzumlu olan “saygılı”, “güvenli”, “dengeli” bir ortamın sağlanması gereklidir. Aile hayatının mutlu, huzurlu ve dengeli yürütülebilmesi için; karı kocanın, birbirlerine baskı ve zorbalık uygulamaması gerekir. Akleden ve üreten bir neslin yetiştirilebilmesi için, evde hiçbir anne ve baba ya da ağabey veya abla, okulda hiçbir öğretmen veya idareci gerek disiplin adına gerek otorite adına gerekse töre, gelenek ve görenek adına çocuğa şiddet uygulamamalı, çocuğu aşağılamamalı ve onun “özgüven”ini sarsacak davranışlarda bulunmamalıdır.1
Akletmenin ortam boyutunun gerçekleşebilmesi için, mahallede, ilçede, ilde, ülke genelinde güçlü inanç, özgüven, birlik ve beraberlik ruhu, saygı, istikrar, özgürlük ve barış hâkim olmalıdır.2
Bir ülkede, hangi makamda, hangi kurumda yer tutarlarsa tutsunlar, hangi otoriteye sahip olurlarsa olsunlar; tüm sorumluların, öncelikle akletme ortamının şartlarını sağlama görev ve yükümlülükleri vardır. Zira muhatap oldukları beşer, Allah’ın değer veri ruhundan üflediği cevheri taşıyan “insan”dır. Bu insanın fıtratı, beşere değil sadece Allah’a kulluk yapmak üzere yaratılmıştır.
Hiçbir kurum ve otorite; gerek düzeni sağlama, koruma ve kollama bahanesiyle, gerekse başka bir gerekçeyle, yani ne adına olursa olsun; “insan”ı baskı altına alamaz, ona zulmedemez, zorbalık yapamaz, tahakkümü dayatamaz, onu “öğrenilmiş çaresizlik”e mahkûm edemez, kaosa ve istikrarsızlığa sürükleyemez, onurunu kıramaz, bunları uygulayarak akletme fonksiyonlarını ihlal ve iptal edemez.
Devletin hiçbir idarecisi, siyasetçisi, kurumu, askeri, polisi, yargısı vs. ekmeğini yediği milleti; elinde tuttuğu ve aslında millete ait olan güç sebebiyle istismar ederek, vesayet ya da baskı oluşturamaz.
Bugün geri kalmış ülkelerin geri kalmasındaki en önemli neden, “yaygın bir vesayet”in, “yaygın bir korku”nun, “yaygın bir baskı”nın, “yaygın bir cehalet”in, “yaygın bir zorbalığın” hüküm sürmesi sonucunda bireysel ve toplumsal akletme bloke edilerek insan olmanın onurunu yaşayamaz, gerektiği gibi üretemez hale gelmesiyle halkın köleleşmesidir.
Vesayetçiliğe sadece “derin yapılar” formatında değil, hayatın tüm alanlarında, devletin ve toplumun tüm kademelerinde kesinlikle müsaade edilmemelidir.
Hiçbir anne ve baba, vesayetçi baskıcıların aile boyutunda ki temsilcisi olmamalıdır.
Toplumda “korku kültürü”nün oluşmasına, halk arasında “tedirginlik” meydana getiren ve yer yer “mafyavari tutumlar” şeklinde tezahür eden hukuksuz yapılanmalara asla müsaade edilmemelidir.
Özellikle darbelere izin verilmemeli, darbeleri üreten veya doğuran sebep ve şartlar mutlaka ve mutlaka giderilmelidir. Çünkü darbe, bir toplumun akletmesine en çok zarar veren sebeplerden birisidir.
Peki, “korku kültürü” bir topluma hâkim olursa, baskı ve korku sürdürülürse ne olur? Şu olur:
Toplum, “Geri Kalmış Toplumlar Ligi”nde sıradan bir halk olur; ki bu toplum, köleleştirilmiştir; bu yüzden de “üretemez” ve “gelişemez.”
Onuruyla ve erdemiyle yaşayamaz.3
Emperyalizmin “kolay işçisi” olurlar.
Bunların yapılmasıyla akletmeye, dolayısıyla da topluma verilebilecek en büyük zarar verilmiş olur. Zira korkutulan, sindirilen ve köleleştirilen insanlar, özellikle de akletme melekeleri bloke edilerek, geri bırakılan tüm ülke ile birlikte, “emperyalizmin kolay sömürü pazarı” haline getirilmiş olur.
Bir örnek vermek gerekirse; yanı başımızdaki Suriye’nin başına musallat olan Esed’in halkına yaptığı zulüm, tam da bu tanımladığımız ve tasvir ettiğimiz durumun tipik ve trajik bir örneğini teşkil etmektedir. Kendi halkını tutsak eden, insan onurunu ayaklar altına alan, emperyalist işbirlikçilerle bir olup çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden halkını katleden bu “hak hukuk” tanımaz, özgürlük vermez, saygı bilmez, onur ve insanlık tanımaz hayvandan çok daha aşağı seviyedeki bu vahşi kukla diktatör Esed, daha hâlâ Suriye’nin başında idareci(!) olarak kalmaktadır.
Bütün dünyanın gözü önünde, bazı devletler fiilen destek verirken (Rusya), bazılarının da taşeron olarak görev alması (İran), dünyanın Batılı ve Doğulu diğer emperyalistlerin de buna külliyen destek vermesi, insanlık adına ne kadar da hazin bir tablodur.
Esed’in kurduğu düzende, neredeyse her insanın arkasına bir istihbaratçı takılarak, insanların tüm hayatları, bütün mahremiyetlerine kadar izlenmekte, takip edilmekte, denetim altında tutulmaktadır.
İnsanlara baskı, zulüm ve işkencenin her türlüsü uygulanmakta, farklı fikir ve söylemlere asla tahammül edilmemekte; rejimin güdülecek sürüsü olmayı en ufak bir şekilde kabul etmeyenlere en acımasız muameleler yapılmakta ve en büyük hak olan onurlu yaşama haklarına acımasızca kastedilmektedir. İç savaştan önceki sözüm ona barış dönemlerinde, kahvehanelerden insanlar rastgele, neredeyse kura usulü toplanarak sorgulanmakta, işkence edilmekte, hapsedilmekte ve böylece halkın gözü iyice korkutulmaktadır.
Üstelik bu düzende tüm ekonomik kaynaklar idarecinin malı olup, yargı organları, tekelci medya diktatörün halkı sopalayan elleri olarak görev yapmakta, halkın gözünü korkutup sindirecek her türlü muamele ortaya konulmaktadır.
Tüm bunların sonucunda Esed, yaptığı bütün zulümlerle, halkın akletmesini bloke ederek onlara en büyük kötülüğü yapmıştır.
Böylece akletmeyen, öğrenilmiş çaresizliğe mahkûm, emperyalizmin sömürü ağlarına yem yapılmış bir sürü toplumu teşkil edilmiş; Suriye, geri kalmış bir üçüncü dünya ülkesi haline getirilmiştir. Maalesef Suriye için çizdiğimiz bu tablo, az bir değişiklikle Orta Doğu’daki ülkelerin çoğunda görülmektedir.
Yukarıda resmettiğimiz vahim manzara, yönetenlerin ve yönetilenlerin akletme bilinci yönünden ne kadar da büyük zaaf içinde olduklarını göstermek bakımından çok anlamlıdır.
Dipnot
- Nitekim hayatımıza örnek aldığımız Resulullah (sav), torunlarına bir fiske bile vurmamışken, bugün “dayak cennetten çıkmadır” diyerek çocukları dövmekten çekinmeyen bir öğretmenin, bir ebeveynin Resul’ü örnek aldığı iddiası, ne kadar tutarlı ve doğru olabilir?
- Burada özgürlüğü istemekten kastımız, herkesin her istediğini yapması, rastgele keyfi davranışlar ortaya koyması, düzenden, intizamdan uzaklaşması değildir. Dengeli/vasat/optimum bir davranış ortamının oluşmasıdır. Tabiî ki bu, edepten, ahlaktan, iyilik ve güzellikten taviz verilen, ifrat ve tefrit sınırlarını zorlayan bir davranış şekli değildir.
- “Firavun, böylece halkını küçümsedi ve onlar da sonunda boyun eğdiler...” (Zuhruf/54)